İnsan, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmemiş, yaratılanların en şereflisi olarak gönderilmiştir. Kur’ân’daki "Biz insanı en güzel, en mükemmel surette yarattık." (Tin Suresi/4) mealindeki âyet, onun mümtaz bir varlık olduğunu açıkça göstermektedir. Onun kendisine, ailesine, topluma, başkalarına ait yerine getirmesi gereken vazifeleri vardır. İnsan, hayatını buna uygun şekilde tanzim etmek zorundadır. Bunun yolunu ise başta peygamberler, hususiyle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere mânâ âleminin zirvelerini temsil eden gönül mimarları göstermektedir. Onlar, insanlara ölümsüz ve ebedî bir hayatın kazandırılması yolunda, "beşîr ve nezîr" olarak vazifelendirilmişlerdir. Onlar bir projektör gibi dünya ve âhiret hayatımızı aydınlatır, engellere takılıp kalmamamız için reçeteler sunar, şefkatli bir anne gibi elimizden tutar, tuzaklara karşı bizleri uyarır, yaşamak için değil yaşatmak için yaşarlar. Ancak bu çok kolay bir vazife değildir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun yolunu takip eden silsile, insanların imanının kurtuluşu adına on dört asırdan beri çile, sancı ve ızdırap içinde kıvranmış, gerektiğinde canlarını vermiş veya hayatın her türlü sıkıntılarına maruz kalmışlardır. Onlar arkada bıraktıkları hayrü’l-halefleri tarafından hayırla yâd edilmektedirler.
Peygamberler ve onların yolunda olanların bütün gayretlerine rağmen, istikametini bulamamış nice ta’lisizler de vardır. Şu hâdise, benim için unutamadığım bir ibret levhası olmuştur: Askerliğimi yaptığım dönemde personel işlerinde çalışıyordum. Şehrin mezarlığı kışlanın içindeydi. Bir gün sabah erkenden çalışmak üzere büroya geldim. Henüz güneş doğmamıştı. Camdan dışarıya baktığımda, mezarın üzerine oturmuş bir gencin saz çalarak şarap içtiğini gördüm. Hayret ettim. Bu genç saz çalacak, içki içecek mezardan başka bir yer bulamamış mıydı, hem de bu saatte Sonra öğrendim ki, o mezar babasının mezarıymış. Babaları vefat etmiş, miras taksiminde kardeşleriyle takışmışlar, biraz hırpalanınca öfke ile soluğu mezarda almış. Saz çalıyor, şarap içiyor ve babasına göndermelerde bulunuyor, böylece sıkıntısını atmaya çalışıyordu. Bu genç, alması gerekenleri zamanında alabilseydi, ona da şefkatli bir el uzansa ve yolu aydınlatılsaydı, herhalde sazlı sözlü ağıtlar yerine, babasının ruhunu rahatlatacak mânevî ziyafetler sunacak, her ikisi de huzurlu olacaktı.
Maddî-manevî değerleri, arkadan gelen nesillere aktaranlar vazifelerini yapmış olurlar. Bunu yapmayanlar, hesap gününde, belki de dünyada zor durumda kalacaklardır. Kendilerine aydınlık yol gösterilmemiş ve bu yüzden kaybetme ile yüz yüze gelmiş olanlar; "Hakikatleri biliyordunuz da bu gerçekleri neden bize öğretmediniz" diye hak yolda olanlardan davacı olacaklardır. Hakk’ı, hakikati sadece kendine saklayan, maddî-mânevî değerleri ve güzellikleri başkalarıyla paylaşmayanlar, kazanma kuşağında kaybetme riski ile karşı karşıya kalacaklardır. Kârlı ve kazançlı bir yol varken, kaybetmek niye Bunun muhasebesi yapılmaz mı
M. Ali Şengül